Bir gün, Nehir yanında kalın bir defter getirmiş, hava kararana kadar karakalemle bir erkek portresi çizmişti. Portredeki adam kıvırcık saçlara ve yuvarlak bir yüze sahipti ve portre inanılmaz derecede gerçekçi görünüyordu. Arada kağıdına sonbahar yaprakları düşüyor fakat Nehir dikkatini dağıtmadan yere atıp çizimine devam ediyordu. Meriç, böyle bir yeteneğe sahip olduğunu bilmiyordu. Nehir’i en son elinde komşusundan aldığı tebeşirle yerleri karalarken hatırlıyordu. Nehir ne çiziyorsa Meriç de onu kopyalıyordu. O zamanlar bile çizdiği dikdörtgen ev, Meriç’in çizdiklerinden daha güzel duruyordu; hatta evinin bir sobası bile vardı. Çok şaşırtcı olmamalıydı bu konuda da yetenekli olması ama Meriç büyülenmişti. Gözlerini Nehir’in defterinden ayıramadan fısıldadı: “Ressam olmalısın, Nehir.” Her gün daha çok seviyordu bu kızı. Her çizgi, onun gözünde bir sanat eseriydi.
Nehir, ders çalışmaya da geliyordu. Ödevindeki uzun yazılar ve karmaşık sayılar Meriç’i pek ilgilendirmiyordu. Nehir’in de ilgisini çekmediği belliydi; sürekli olarak sayılar üzerine çiçekler, meyveler, özellikle çilekler çiziyordu. Ödev defterinde her tür çiçek yer alıyor olabilirdi. Defterin en başında bir çocuk çizimi bulunuyordu. Çocuğun gözleri siyah, burnu ise küçüktü; Nehir’in Meriç’i tanımladığı şekle çok benziyordu genel olarak. Meriç değildi muhtemelen ama düşüncesi bile güzeldi. Çok şanslıydı. Sevdiği kızın yanında onunla birlikte büyüyordu.
Nehir genellikle parka yalnız gelse de, bazen arkadaşlarını da yanında getiriyordu. Meriç, bu durumdan rahatsız olmak yerine, kendini hayatın bir parçası gibi hissediyordu. Onların neşeli kahkahaları, mezarlığın sessizliğini bile aşıyordu. Yeni yüzler ve farklı düşüncelerde insanlar tanımak, Meriç için özel bir hediyeydi. Yalnız geçen bir hayatın ardından, yaşıtlarıyla vakit geçirmekten daha değerli ne olabilirdi ki? Nehir’in son gelişinde yanında Leyla ve Sude adında iki kız vardı. Şakalaşıyor, eğleniyor ve geleceklerinden bahsediyorlardı. Sessizce onları dinleyen Meriç, insanların ne kadar farklı ve derin kişiliklere sahip olduğunu fark ediyordu. Tıpkı karıncaları, kuşları izlerken gördüğü küçük ama anlamlı farklılıklar gibi, insanlar da kendi içlerinde bambaşka dünyalar taşıyordu. En güzeli de bu dünyaları sadece onları dinleyerek tanıyabilmekti.
© Beyza Baudelaire 2024-09-01